YÖNETİCİ – YÖNETENCİ

İş yerini kuranın patron, o iş yerini yönettiği varsayılanın ise yönetici olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Yönetenci ise yabancısı olduğumuz bir sözcüktür; çünkü bu güne kadar kullanılmamıştır.

Takdir edersiniz ki iş yeri onu kuran patronun amaçlarını gerçekleştirmek üzere kurulur. Doğal olarak patronun plan, program ve direktifleri doğrultusunda işletilir. Patronun direktiflerini uygulaması gerekenlerden biri de yönetici tabelası altında oturandır. İş yerindeki bu işleyiş gerçek yöneticinin patron olduğu, yönetici olduğu varsayılan kişinin ise yönetenci (patroncu) olduğu anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yönetenci olan birinin kapısına yönetici tabelasının asılması mantıklı değildir. Belli ki yönetilenler ile patron arasına yönetici tabelası koymanın amacı patronu yönetilenlerin şikayet ve baskılarından kurtarıp işine devam etmesini sağlamaktır. Öyle ya işler iyi gitmediğinde şikayetler yönetici olarak takdim edilen kişi üzerinde yoğunlaşacak, patron da yönetilenlerin gazını almak üzere günah keçisi durumuna düşürdüğü yönetici denilen kişiyi değiştirip, programını olduğu gibi uygulamaya devam edecektir.

Ülkelerde ise işleri vergileriyle finanse eden halktır. Bu nedenle halkın patron olduğu varsayılmaktadır. Bu varsayım işlerin halkın amaçlarını gerçekleştirmek üzere halkın direktifleri doğrultusunda yürütüleceği anlamına gelmektedir. İşlerin halkın direktifleri doğrultusunda yürütülmesi halkın hem patron hem yönetici olduğu anlamına gelmektedir. Dolayısıyla temsilcilerin yönetici olarak değil yönetenci olarak kabul edilmesi gerekmektedir.

Ayrıca halkın bir iş yeri patronundan farklı özelliklere sahip bir patron olduğu da unutulmamalıdır.

Söz konusu özelliklerinden biri patron ve yönetici olduğu varsayılan halkın aynı zamanda işçi ve yönetilen konumunda olmasıdır. Halkın bu konumu yönetim sürecinde meydana gelecek her zararın halkın hanesine yazılacağı anlamına gelmektedir. Bu da halkın bu zararları önleyecek güçlü bir patronluk vasfına sahip olmasını gerektirmektedir. Güçlü patronluk ise halkın tek çatı altında işbirliği ve güç birliği içinde olmasıyla mümkündür. Ancak halkın din, dil, ırk gibi farklılıklara dayalı ayrışmayı gelenek haline getirmiş olması onu zararlardan koruyacak patronluk gücünden mahrum bırakmaktadır. Halkın bir diğer özelliği ise ülkenin zenginlik kaynaklarından sorumlu bir koltuğun sahibi olmasıdır. Bu da ülke kaynaklarında gözü olan sömürgecilerin rahat bırakmayacağı belalı bir koltuğa sahip olduğu anlamına gelmektedir.

Halkın sahip olduğu zenginlik kaynakları sömürgecilerin iştahını kabartacak niteliktedir. Farklılıklara dayalı geleneksel ayrışmaları ise sömürgecileri cesaretlendirmektedir.

Halkın mal varlığını ihaleye çıkarmış patronun davetiyesi niteliğindeki ayrışmış hali onun sömürüden kurtulma şansının olmadığı anlamına gelmektedir; çünkü mevcut yapısı hem sömürgeci gücün önünü kesebilecek durumda değildir; hem de sömürgecinin işini kolaylaştırmaktadır. Kısacası halk mevcut yapısıyla sömürgeciye fazla iş bırakmamıştır. Sömürgecinin yapması gereken tek şey ayrışmayı gelenek haline getirmiş o ülke halkına elindeki medya gücünü de kullanarak ayrışmayı kurumlaştıracak partilere dayalı bir siyasal yönetim sistemini kutsayıp benimsetmektir. Farklı kesimleri hırpalamaktan zevk alan ve hırpalarken stres atan halk partili sistemi kolaylıkla benimseyecektir. Partili sisteme adapte olan halk partiler eliyle daha ateşli cephelere bölünecek; bölünme halkı daha da zayıf düşürecek; elinde tutmaya gücü yetmediği patronluk koltuğunu partilere kaptıracaktır. Halkın patronluk hakkını partilere kaptırması sömürgecinin işini daha da kolaylaştıracaktır; çünkü partilerin iktidara gelmek üzere diğer partilerle gireceği yarışı önde bitirebilmesi için sömürgecinin parası, teknolojisi ve medyasına ihtiyacı olacaktır. Partilerin bu ihtiyacı onları sömürgecinin kapısına getirecektir. Partilerin sömürgecinin kapısına gitmesi sömürgeciyi halkın elinden alınmış patronluk koltuğuna oturtacak; halkın yönetici olarak gördüğü partileri sömürgecinin yönetencisi, halkı ise yönetilen işçi konumuna düşürecektir. Bu aşamadan sonra karlar sömürgecinin, zararlar halkın hanesine yazılacaktır. Ancak halk bu zararların yönetici olduğuna inandığı temsilcilerin beceriksizliğinden kaynaklandığını düşündüğü için perde arkasındaki kayıt dışı patrondan haberdar olmayacaktır. Kayıt dışı patronun varlığını perdeleyen faktörlerden biri de halkın 4-5 yılda bir kullandığı oylardır; çünkü halk verdiği oylarla temsilcileri değiştirebildiğine dolayısıyla patron olduğuna inanmaktadır. Bu nedenle başka bir patronun var olabileceğine ihtimal vermemektedir. Süreç bu haliyle devam ettiği müddetçe temsilci değiştirme gücüne sahip olduğuna inanan halk patronluk taslarken, sömürgeci algı operasyonlarıyla iktidara taşıyacağı yeni parti ile anlaşıp kayıt dışı patronluğuna devam edecektir.

Oysa patron olduğuna inanan halk yöneticilik görevinin kendisinde olduğunu, temsilcilerin ise yönetenci olduğunu düşünse, yaşadığı problemlerden yönetenci temsilcileri sorumlu tutma yerine yönetici olarak kendini sorumlu tutacak; sorumluluğunun farkına vardığı anda nerede zafiyet gösterdiğini, patronluk ve yöneticilik hakkını neden, nasıl ve kime kaptırdığını görüp önlem alacaktır.

Kısacası iş yerini kuran birinin kapısına patron, o iş yerini yönettiği varsayılan birinin kapısına da yönetici tabelasını asmak onların patron veya yönetici olduğunu söylememiz için yeterli değildir. Yönetim süreçlerinde kimin patron, kimin yönetici olduğunu isabetli şekilde tespit etmek istiyorsak yönetim sürecinin ortaya çıkardığı sonuçlara bakmamız gerekmektedir. Çünkü sonuçlar patron ve yöneticinin unvanları yerinde dursa bile işlevsel yerlerini değiştirebilmektedir.

Aşağıdaki paylaşım patron ve yönetici unvanlıların hangi sonuçlar karşısında hangi pozisyonlara düşebileceğini görmemiz açısından yararlı olacaktır.

Bilindiği gibi bir varlığı yönetmiş sayılabilmemiz için onu harekete geçirmemiz, gerekiyorsa şeklini, vasıflarını değiştirmemiz, ondan amaçlarımıza uygun bir enerji elde etmemiz gerekmektedir. Ancak hedefteki varlıktan enerji elde edebilmemiz için o varlığa evvela bizim gerekli enerji veya enerjiler uygulamamız gerekmektedir.

Örneğin; pastahane mutfağındaki şeker, un ve yağın hiçbir müdahale olmadan önümüze pasta olarak gelmesi mümkün değildir. Pasta isteniyorsa bir aşçının söz konusu maddelere gerek elleriyle gerekse mutfaktaki uygun araçlarla çeşitli enerjiler uygulayıp pasta üretmesi gerekmektedir.

        Bu teze göre aşçı mutfağa girip pasta yapmışsa aşçının pasta ham maddelerini ve ilgili araçları yönettiğini söylememiz mümkündür. Ancak bu durum söz konusu aşçının bir yönetici olduğunu söylememiz için yeterli değildir; çünkü aşçının pozisyonu pastanın teslim edileceği adrese göre değişmektedir.

Normal şartlarda pasta patronun amaçlarını gerçekleştirmek üzere üretilir. Süreç pastanın patrona teslim edilmesiyle tamamlanır. Pastanın patrona teslim edilmesi yöneticinin aşçı değil, patron olduğu anlamına gelir. Çünkü pastanın patrona teslim edilmesi patronun aşçıyı da yönettiği anlamına gelir. Ancak pratikte işlerin her zaman böyle yürüdüğü söylenemez; çünkü bazı hallerde patronun pastayı kaptırması söz konusu olabilmektedir. O hallerde patron sadece pastayı değil, patronluğunu da yöneticilik vasfını da kaptırmaktadır. İşte bu nedenle aşçının pozisyonu pastayı kapanın durumuna göre değişir diyorum.

Örneğin; aşçı pasta üretim sürecini kendi adına yönetmiş ise, yani hem aşçı hem patron ise ve pastanın gelirleri kendi kasasına girmişse aşçı hem yönetici hem patrondur.

Aşçı üretim sürecini patronu adına yönetmiş ve pastayı patrona teslim etmişse yönetici patrondur; çünkü iş patronun direktifleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bu durumda aşçı yönetenci konumuna düşmektedir.

Patron üretim sürecindeki giderleri finanse etmiş ve pastaya sahip olmuş ise dürüst bir yönetici ve dürüst bir patrondur. Giderleri başkasına yükleyerek pasta gelirlerine sahip olmuşsa patron yine yöneticidir; fakat sömüren bir patron ve yöneticidir. Aşçı ise sömürüye alet olmuş yönetenci konumundadır.

Aşçı patronun parasıyla ürettiği pastayı bir şekilde zimmetine geçirmiş ise patron koltuğuna oturmuş bir yöneticidir; ancak dolandırıcı bir yöneticidir. Bu durumda patron yönetenci konumuna düşmüştür.

Aşçı patronun parasıyla ürettiği pastayı başkasına vermiş ise, başkasını patronu yerine koyup ona hizmet etmiş ise hain bir yönetencidir. Patron da yönetenci konumuna düşmüştür.

       Özetle: Yönetici pastayı yapan veya finanse eden değil; pastayı kapandır; çünkü pastayı kapan, pastayı finanse edeni de pastayı yapanı da yönetmiştir.

Kısacası her yönetici patrondur; ama her patron yönetici değildir.

Yukarıdaki paylaşımlar halkın yönetimi konusunu tahlil etmekte kolaylık sağlayacaktır. Ancak işe bireyin yönetimi ile başlanmalıdır. Çünkü toplumun öznesi olan bireyin tanımı yapılmadan, ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlara yönelik amaçları hesaba katılmadan, Bireyi yönetmek işinin nasıl gerçekleştiğini anlamadan halkın yönetimini sağlıklı şekilde tahlil etmek mümkün değildir.

Peki; birey (insan) nedir?

İnternette küçük bir araştırma yapıldığında insanın birçok tanımı yapıldığı görülmektedir. Ancak amaç bunları soruya cevap olsun diye sıralamak değildir; amaç insanın toplumsal örgütlenme ve yönetim süreciyle ilgili yanını ortaya koymak ve bundan yararlanmaktır.

Bireye bu amaçla bakıldığında:

Bireyin beslenme, üreme ve yaşama gibi doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ortak amaçlarını gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş organların eylem süreci olduğu görülmektedir. Bu da bireyin de bir örgüt olduğu anlamına gelmektedir.

Birey örgütünün toplumsal örgütlenmede örnek alınabilecek özelliği şudur:

Birey örgütünü meydana getiren organların hücreleri, renkleri, şekilleri, vasıfları ve işlevleri farklıdır; ancak bunu sorun haline getiren organ yoktur. Birey örgütünde başçılar, ayakçılar gibi ayrıştıran oluşumlar da yoktur. Tüm organlar eşittir. Ceza da ödül de paylaşılır. Arızalı organın tedavisi için seferber olunur. Hep birlikte çalışır; ürettiklerini paylaşırlar. Organların tümü hem işçi hem patrondur; Her haliyle kul yapısı olmadığı bellidir.

Birey örgütünün toplumsal örgütlenme ve yönetim süreçlerinde hesaba katılması gereken özellikleri ise şunlardır:

1-Birey örgütü doğal ihtiyaçlarını örgüt içinden (bedenin içinden) karşılama imkanına sahip değildir. İhtiyaçlarını çevre kaynaklarından sağlamak zorundadır. Bu zorunluluk örgütün beynini dış etkilere (uyarıcılara) açık hale getirmektedir.

2- Hiçbir birey doğal ihtiyaçlarını tek başına sağlama bilgi, beceri ve yeteneğine sahip değildir. Bu nedenle her birey aynı durumda olan diğer bireylerle işbirliği yapmak üzere örgütlenmek zorundadır. Söz konusu ihtiyaçları barındıran alan ülke toprakları ise o zaman da toplumsal örgütlenme içine girmek zorundadır. Bu zorunluluk demokrasinin toplumsal örgütlenme önerisi ile bire bir örtüşmektedir. Bu da demokrasinin insanlar için bir tercih değil; bir mecburiyet olduğu anlamına gelmektedir.

3-Birey örgütü hem enerji üretebilen hem de enerji olarak kullanılabilen bir özelliğe sahiptir. Yani her sömürgecinin elde etmek istediği değerli bir zenginlik kaynağıdır.

Peki; bu zenginlik kaynağı birey nasıl yönetilmektedir?

Genel algının bireyi beyninin yönettiği yönünde olduğunu biliyoruz. Oysa beyin gerek örgüt ortamından gerekse örgüt dışından gelen uyarıcılar doğrultusunda bedene yön verebilen bir organdır. Beyin örgüt ortamından gelen uyarıcıları sinir sistemi kanalıyla alır ve bu uyarıcılar doğrultusunda bedene yön verir. Örneğin örgüt acıktığında onu mutfağa yöneltir; üşüdüğünde ısıtıcının yanına, uyumak istediğinde yatağa yöneltir.

Kısacası beyin örgüt ortamından gelen emirler doğrultusunda çalışır. Bu da örgütün hem patron hem de yönetici, beynin ise yönetenci yani emirleri veren örgütün emrinde olduğu anlamına gelir. Normal olan budur. Ancak örgütün bu patronluğu her zaman geçerli değildir. Çünkü beyni örgütün dışından da uyarıcı alabilen bir özelliğe sahiptir. Beynin dış uyarıcılara açık olma özelliği örgütün ihtiyaçlarını çevresinden karşılamak zorunda olmasından kaynaklanmaktadır.

        Beynin bu özelliği örgütün söz konusu ihtiyaçlarını karşılamaktadır; ancak dışa açık olmasının her halde örgüt yararına olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta çoğunlukla zararına olduğunu söyleyebiliriz; çünkü bu örgüt yukarıda da belirttiğimiz gibi hem enerji üretebilen hem de enerji olarak kullanılabilen bir varlıktır. Bu da birey beynini ikili enerjiye sahip olmak isteyenlerin hedefi haline getirmektedir. Birey beyninin hedef haline gelmesi toplumu da hedef haline getirmektedir; unutmamakta yarar vardır.

Beyin dışarıdan gelen uyarıcıları duyu organları vasıtasıyla alır. Eğer bu uyarıcılar örgütün amaçları ile örtüşüyorsa beyin bedeni seve, seve harekete geçirir. Uyarıcılar örgütün amaçlarına ters düşen nitelikte ise beyin bedeni harekete geçirmekte direnir. Ancak bu direniş örgütün dış uyarıcılar karşısındaki savunma gücü oranında gerçekleşebilir. Örneğin beyinin dışarıdan aldığı uyarıcı bireyin yaşamını tehdit eder nitelikte ise ve örgüt savunma gücüne sahip değilse beyin istemese bile bedeni dış uyarıcı doğrultusunda harekete geçirmek zorunda kalır. Kısacası örgütü kendisiyle birlikte dış uyarıcıları verenlerin emrine verir. Yani mensubu bulunduğu örgütün değil; başkasının yönetencisi olur.

Beyin kanalıyla örgütü ele geçirmenin birçok yolu vardır. Kaba kuvvet, tehdit ve şantaj araçları ile verilen uyarıcılar bunlardan bazılarıdır. Beyine örgütü ele geçirmek üzere verilen en etkili uyarıcı ise sözcüklerdir; çünkü sözcüklerle bireyi hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirmeniz mümkündür.

Örneğin; bireyi vaatlerle kandırabilir; basın yoluyla algı operasyonu yapabilir; düşmanlar yaratıp yönlendirebilir; nesneleri kutsayıp peşinden koşturabilir; onurlandırıp istediğiniz yöne çekebilirsiniz.

Bireyin toplumsal örgütlenmemizde hesaba katmamız gerektiğine inandığım bazı özelliklerini paylaşmaya çalıştım; paylaşımlar toplumsal örgütlenmede bireyin özelliklerini, ihtiyaç ve amaçlarını hesaba katmanın bir mecburiyet olduğuna işaret etmektedir. Bu mecburiyet toplumsal sözleşmenin insanların doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ortak amaçları üzerine kurulması gerektiği anlamına gelmektedir. Çünkü insanların doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amaçları dini, dili, ırkı, farklı insanları bir arada tutabilecek yegane amaçlardır. Aksi takdirde yurttaşların aynı çatı altında toplanıp güç birliği yapması mümkün değildir; bu güne kadar olmadığı gibi.

       Özetle: Ortak amaçlar etrafında toplanıp güç birliği yapmayan bir halkın ülkedeki tüm işleri vergileriyle finanse etse de patron koltuğuna oturması mümkün değildir. Patron kotluğunda oturma gücüne sahip olmayan halkın beyni konumunda olan meclisine emirlerini verebilmesi, onu denetim altına alıp, dış uyarıcı verenlerin güdümüne girmesini önlemesi mümkün değildir. Meclisini dış uyarıcılardan koruyamayan halkın ne kendini ne de ürettiklerini sömürüden kurtarması, özgür ve bağımsız olarak yaşaması da mümkün değildir; çünkü ülkenin madde ve insan kaynakları kullanımı meclisin tasarrufunda bulunmaktadır. Bu da meclisi para, silah, teknoloji medya ve benzeri güçlü araçlara sahip olan sömürgecilerin hedefi haline getirmektedir.

Toplumun beynini (meclisi) sömürgecilerin dış uyarıcılarından koruması bireyin beynini korumasından daha kolaydır; çünkü bireyin doğal ihtiyaçlarını kendi içinden sağlama imkanı yoktur. Bu da bireyi dış uyarıcılara karşı zafiyet içine sokmaktadır. Oysa toplum ihtiyaçlarını kendi içinden karşılama imkanına sahiptir. Yani dışa bağımlılığı birey örgütüne göre daha azdır.

Halkın güçlü bir toplumsal örgüte sahip olması meclisin örgüt amaçlarıyla örtüşmeyen dış uyarıcılara karşı direncini arttıracaktır. Yurt dışından gelen uyarıcılara karşı ise halkın örgütlü gücü oranında direnç gösterecektir. En azından halkın bu günkü örgütsüz halinden daha büyük direnç göstereceği muhakkaktır.

Gerçek şu ki halk siyasi partilere dayalı toplumsal yapının hiçbir safhasında beyni konumundaki meclisini hem denetim altına alacak hem de dış uyarıcılardan koruyacak patron (egemen) olamamıştır. Çünkü partiler ayrıştırıcı İcraatlarıyla halkın aynı çatı altında toplanıp güç birliği yapmasının önünü kesmiş; halkın egemenlik hakkını 4-5 yılda bir sandık başına gidip bir oy verme eylemi ile sınırlandırmıştır.

Acı olan ise halkın yaklaşık % 85’inin bir oy vermekle egemen (patron) olduğuna inanmasıdır. Oysa egemenlik bir oy verme eylemi ile izah edilebilecek bir şey değildir.

Eğer bir oy verme eylemi ile egemen olunsaydı;

-Halk temsilcisini belirleme, eğitme, seçme, çalışma biçim ve şartlarını belirleme ve denetleme hakkını siyasi parti liderlerine kaptırmazdı.

       -Seçim barajları marifetiyle halkın önemli bir kısmının milli irade dışına çıkarılmasına izin vermezdi.

-Halkın lokomotif gücü devlet memurlarını parti yandaşı olup bölünür bahanesiyle siyasal alandan uzak tutan partilerin işçi, köylü ve esnafı parti yandaşı yapıp bölmesine izin vermezdi.

-Siyasetçilerin sömürgeci sermayenin güdümüne girmesine göz yummazdı.

-Bürokratların siyasi partilerin uzantısı haline gelmesine izin vermezdi.

       -Kadınların nüfusu oranında temsil hakkının siyasi partiler tarafından kısıtlanmasını kabul etmezdi.

-Yönetim sürecinin liyakatsiz, ehliyetsiz ellere verilmesine izin vermezdi.

-Gençliğin yönetim sürecinden uzak tutulmasına göz yummazdı.

-Yerel işlerin ve kanunların halktan uzakta yapılmasına izin vermezdi.

-Halkın farklı kesimlerini ayrı, ayrı örgütleyen; farklı her bir kesimi diğer kesimler için tehdit unsuru haline getirmek suretiyle halkın aynı çatı altında toplanmasını engelleyen siyasi partiler ve onların taşra teşkilatı haline gelmiş sivil toplum kuruluşlarının varlığına izin vermezdi.

-Halkın farklı kesimlerini ayrıştırmak suretiyle demokrasinin toplumsal örgütlenme önerisinin önünü kesen, dolayısıyla halkın temsilciler meclisine hükmetmesini ve onu dış uyarıcılardan korumasını engelleyen partilerin varlığına izin vermezdi.

-Ülkenin bütün işlerini vergileriyle finanse eden halkın hem patronluk hem de yöneticilik haklarının elinden alınmasına, dolayısıyla hakkı olan zenginlik kaynaklarının ganimet malına dönüşmesine izin vermezdi.

-Bir avuç insan servetini küresel boyuta taşırken, milyonların yoksul, mutsuz ve umutsuz kalmasına sessiz kalmazdı.

-Halkın doğal ihtiyaçlarını garanti altına almayan siyasal sistemlerin varlığına izin vermezdi.

-Milyonların asgari ücretle geçinebilme rekoru kırmasına razı olmazdı.

-Hiç olmazsa “temsilcilerin” önünde el pençe durmaz; önünü iliklemez; eğilip elini öpmezdi.

       Gerçek şu ki demokrasinin öngördüğü toplumsal örgütlenmeye sahip olmadığımız için ne birey olarak beynimize ne de toplum olarak meclisimize hükmedecek güce sahip değiliz.

Kısacası halk olarak ne patron ne de yöneticiyiz. Aleyhimize işleyen süreci vergileriyle finanse eden, oylarıyla meşrulaştıran yönetencilerden başka şey değiliz. Patron da yönetici de ülkenin madde ve insan kaynakları tasarrufunu ele geçirmiş olanlardır.

 04.01.2018  M.Salih EKİNCİ