Demokrasilerde halk Kendi Kendini Nasıl Yönetir?

Yıl 1973 veya 1974 o zamanlar nüfusunuz otuz beş milyon civarında. Elinize geçen bir gazetenin manşetinde, Tarım ve Köy İşleri Bakanı’nın bir beyanatını görüyorsunuz. Beyanatta: ülkeniz tarımının elli milyon insanı besleyecek durumda olduğu belirtiliyor. Doğal olarak mutlu oluyorsunuz; çünkü o sıralarda ilkel araçlarla yapılan tarım elli milyon insanı besliyorsa, ileride modern araçlarla yapılacak tarım çalışmalarının, halkın bütün ihtiyaçlarını karşılayabileceğine inanıyorsunuz. Tabi tek zenginlik kaynağınız tarım değildir. Ülkeniz hayvancılık yapmaya da elverişlidir. Ayrıca ülkenizin yurt dışından gelen işçi dövizi var; turizm girdisi var; kol gücü, beyin gücü, yerüstü, yeraltı zenginlik kaynakları yanında genç bir nüfusu var. Üç tarafı denizlerle çevrili, sayısız göl ve akarsuları bulunan, bir yılda dört mevsimin yaşanabildiği, iki önemli kıta arasında köprü görevi gören, yeryüzünde kendi kendine yetebilen, Dünya’nın gıpta ile baktığı nadir bir ülkenin sahibisiniz. Atalarınız kayıtsız şartsız sahibi olduğuna inandığı ülkenin söz konusu zenginlik kaynaklarını kendi kontrolünde ve kendi yararına kullanabilmek için demokratik bir yönetim biçimini benimsemiştir; çünkü ”Demokrasilerde halk kendi kendini yönetir” denilmiş ve buna inandırılmıştır. Bütün bunlara rağmen; ömrünüz boyunca zam, enflasyon, anarşi ve ekonomik krizlerle birlikte yaşıyor ve bedelini ağır bir şekilde ödüyorsanız; emekliniz maaş kuyruğunda ölüyorsa; vatandaşlarınız hastanelerde rehin kalıyorsa; trafik kazalarında her yıl yüzlerce vatandaşınız can veriyorsa; ülkenizin en dinamik gücü gençlik, işsiz ve yanlış yollara kanalize edilebilecek durumda bekliyorsa; bu ülkede geçen …… yıllık ömrünüz boyunca …. yıl aralıksız ve başarılı bir şekilde çalışmanıza rağmen, doğal ihtiyaçlarınızı bile karşılayabilecek bir yaşam standardı yakalayamıyorsanız ve buna karşılık bir azınlığın, yaşam standardını abartılı bir şekilde aştığını, daha doğru bir ifadeyle, servetini küresel boyuta taşıdığını görüyorsanız;

        Ya kendi kendinizi yönetmeniz doğru değildir;

        Ya kendi kendinizi yönettiğiniz doğru değildir.

         Çünkü mevcut süreç halkın aleyhine işlemektedir. Bunu tersine çevirmek için yapılması gereken çok şey olduğunu biliyorum; ancak atılacak ilk adımın, halkın yönetim sürecinde rol alan unsurların görevlerini doğru olarak tanımlamak olduğuna inanıyorum; çünkü bu konuda ciddi yanılgılar içinde olduğumuzu düşünüyorum. Örneğin birey, vücuduna komut verme özelliğine sahip beynini, kendisinin yöneticisi olarak tanımlamaktadır. Oysa beyin, bireyin davranışlarında sadece taşeron rolü oynamaktadır; çünkü beyin aldığı uyarıcılar doğrultusunda vücuda komut verebilen bir organdır. Bu organın muhatap olduğu uyarıcılar ise, herkes tarafından bilindiği gibi iki türlüdür. Bunlardan birincisi: insanın doğasından kaynaklanan iç uyarıcılardır. Bunlar bireyin var olması için gerekli olan beslenme, üreme ve can güvenliği ile ilgilidir. Dışarıdan verilecek bir öğretiye gerek duymadan insanı harekete geçirebilecek uyarıcılardır. Beyin bu uyarıcıları sahip olduğu bedenin içinden alır ve bu uyarıcılar doğrultusunda gereğini yapmak üzere vücuda komut verir; vücut harekete geçer. Bu süreçte uyarıcılar bünyenin kendi içinden geldiği için, bireyin kendi istemleri gerçekleşmiş ve birey kendi kendini yönetmiş olur. İkinci tip uyarıcılar ise bireyin içinde yaşadığı çevreden gelmektedir. Birey çevresinden gelen bu uyarıcıları duyu organları vasıtası ile alır ve beyne iletir. Beyin aldığı bu uyarıcılar doğrultusunda vücuda komut verir ve vücut aldığı bu komut paralelinde davranış gösterir. Beynin dışarıdan aldığı uyarıcılar iç uyarıcıları gerçekleştirir nitelikte ise, beyin ve beden seve, seve harekete geçer. Beynin aldığı dış uyarıcılar iç uyarıcılarla uyumlu değil veya iç uyarıcılara ters düşüyorsa, beyin vücudu harekete geçirmekte tereddüt eder. Burada beynin bir anda iki tip (İç-dış) uyarıcı ile muhatap olması söz konusudur. Böyle bir durumda, beyin iç uyarıcıların istemleri doğrultusunda vücudu harekete geçirmek istese de, dışarıdan gelen uyarıcılar daha güçlü ise, örneğin bireyin varlığını tehdit edecek nitelikte ise, beyin vücudu dış uyarıcılar doğrultusunda harekete geçirmek zorunda kalır. Kısacası birey, kendi iç uyarıcıları etkisi ile hareket ettiğinde kendi kendini yönetmiş olur. Dışarıdan gelen uyarıcılar doğrultusunda hareket ettiğinde ise, bireyi o uyarıcıları verenler yönetmiş olur.

        Bu durum halkın yönetim süreci için de geçerlidir. Halkı bir birey olarak düşünürsek, halka komut verip, harekete geçirme özelliği olan siyasi temsilcileri (vekilleri) de halkın yöneticisi olarak değil, beyni olarak düşünmemiz gerekir. Bu da halkın beyin görevini gören temsilcilerinin, kimden uyarıcı alırsa, daha doğrusu kimin uyarıcısı güçlü ise onun istemleri doğrultusunda halka yön vereceği anlamına gelmektedir. Halkın beynine dışarıdan uyarıcı verebilmek, halktan daha güçlü olmayı gerektirir. Bu da dış uyarıcıları verenlerin, halkın direncini kırabilecek oranda para, silah, teknoloji ve basına sahip olmasını gerektirir. Halkın, sahip olduğu kaynakları kendi yararına kullanabilmesi için, dış uyarıcıları verenlerin gücünü kırabilecek konuma gelmesi, beynine iç uyarıcılarını verme gücünde ve konumunda olmasını gerektirmektedir. Bu da halkın kendi içinde güç birliğini sağlayacak, gerçek demokrasinin, uygulanmasıyla mümkündür. Yoksa durup dururken “Ben kendi kendimi yönetiyorum.” demenin hiçbir anlamı yoktur; çünkü gerçek yönetici uyarıcıyı verendir. Uyarıcıyı veren halkı yönetecektir; tıpkı parayı verenin düdüğü çaldığı gibi.

        Bugüne kadar yaşanan olumsuzlukların en önemli nedeni, halkın yönetim sürecinden, dolayısıyla örgüt ve yönetim kültüründen uzak tutulmasıdır. Bu tutum; halkın farklı her bir kesiminin iletişim içine girmesini, birbirini tanıyıp güvenmesini, dolayısıyla doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ortak amaçlar etrafında toplanıp güç birliği yapmasını önlediği gibi, farklı her bir kesimin farklı parti çatıları altında yarışma ve çatışmaya girip, güç kaybetmesine neden olmuştur. Tabi güç birliği yapmamış bir toplumun beynine hükmetmesi ve onu dış uyarıcıların güdümünden kurtarması mümkün olmamıştır. Olumsuzlukların ikinci nedeni ise; halkın, temsilcileri beyin olarak değil, yönetici olarak görme yanılgısından kaynaklanmıştır. Bu nedenle iyi gitmeyen işlerden her zaman partiler ve temsilciler sorumlu tutulmuş, ikide bir temsilci veya parti değiştirme yoluna gidilmiştir. Bu değişiklikler her yapıldığında umutlar bir başka bahara kalmış, ancak sonuç değişmemiştir; çünkü beyin değiştirilmiş, ancak yöneticiye, yani uyarıcıları verenlere dokunulmamıştır. Böyle uygulamalarla sonucun değişmeyeceği geçmişteki örnekleriyle ortadadır. Kısacası halkın sadece beynini değiştirerek, kendi kendini yönetir konuma gelmesi mümkün değildir. Mevcut durumda beyin ve onun yönlendirdiği ülke kaynakları, dış uyarıcıları verebilenlerin insafına bırakılmış görünmektedir. Bütün olumlu şartlara rağmen yaşanan olumsuzlukların nedenleri bunlardır. Özetle: Halk kendi kendini yönetememiştir. Yani halkın kendi kendini yönettiği doğru değildir. (Şubat/2006 tarihli “Partisiz Yönetin” adlı kitabımdan alınmıştır)

M. Salih EKİNCİ
msalihekinci@ttmail.com

Yorum Yap!




Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.